İnce Sözlerin Peşine Düşmek

“Kafa sayısınca düşünceye ihtiyacımız var. Ama Gönül sayısınca sevgi yoksa neye yarar?” Bugün okuduğum en güzel cümle. Sıradan bir günde yazılarımı yazarken araya giriverdi bu cümle. Geçiştiremedim. Takıldım işte. İnce sözlerin peşine düştüm yine. Bir düşüneyim, nefes alayım istedim. Her şeyden üstün gelen o duyguyu anlamayı iki cümle ile açıklamış aslında. Düşünmek yetmez, fikirler gönülle ortak edilmeli. Eksiklik bu belki de. Hissetmeden söylenen söz ve kurulmuş cümle zihnimizin gerisinde kalmış, bedenimizin arkasındaki gölge gibidir. Doğru ya insan için vazgeçilmez kılınan bir tek nesne varsa o da unutmaktır. Evet, hatırlamak kadar önümüze her gün sunulan bir ürün gibi gerçeği bilinmez, naif tarafıyla büyüyen, sonra avunmak için alnımızdaki çizgiler kadar sık olan kafamızdaki soru işaretleri gibidir unutmak. Zaman dediğimiz şeyin tanımını yapamayışımızın sebebi de bundan geliyor esasında. Elveda diyen unutulmuşluk sanrıları arasında, bölünmüş bir tasarım olan dünyanın ahvaline dair buruk, küçük tebessümler silsilesi… Varlığımızı sorguladığımız ince ayrıntıların, güzel latifelerin en müstesna tarafında ikamet eden anılarımız ve hayatımızdan çıkıp giden küçük şeyler… Böyle ifade ediyorum da aslında küçük dediğime bakmayın, bunlar önemsemeden yaşayamayacağımız şeyler elbet. İncelikler, adanmışlıklar, vefa, dostluk, hayaller, ertelenmişlikler, hatır, gönül ve her şeyden en önemlisi hayatımızdan çıkıp giden mavilikler… Üç noktayı da hiç sevmem ama, tamamlanmayan cümlelerin imdadından çok, anlatamadıklarımın gizlenişidir üç nokta kimi zaman.

Gönlüme çiçekler açtıran kelebek misali günlerdeyim. Ama ne çare, gönlüm bazen unutanların ve de unutmak zorunda olduklarımızın peşine düşüyor. Çoğu kelimem ve noktalarım da yarım kalıyor bu yüzden. Ne yeni arkadaşlar, ortamlar, geziler, yazılar ne de çeşitli televizyon programları… Sarmıyor hiçbiri; konuşmanın ortasına ‘hoş düşecek’ bir telaş ve bir çay teklifi tesadüf etmedikçe… Yine de hatırlamak isterseniz tavsiyemdir, ince sözlerin, bir kelimenin ve her şeyden önemlisi çiçekler açtıracak bir sevgilinin peşine düşün 🙂

 

Yeniden Düşünmek

IMG_1831.JPGHer geçen gün garip bir hal alan sevgi dediğimiz o sihirli sözcük… Özgürlükle doğrudan ilişkili olan bu kelime bir anda hayatımızı ve bakış açımızı küçücük metrekarelere sığdırıyor. Hataları, eksikleri ve geleceğe dönük planları bir çırpıda düşünmemizi sağlarken, öngörülerimize engel oluyor. Sonra göremeyeceğimiz dünyaların kapısını araladığı gibi, hayal ettiğimiz kapıları da bir bir kapatıyor ve her şeyden en önemlisi de sonrasında özleyeceğimiz bu hayalleri de zamanla unutturuyor. Devamı da ya hayal kırıklığı ya da pişmanlık…

Hz. Ömer: “Sizden biriniz, bir başkasının sevgisine nâil olursa, ona sımsıkı sarılsın. Çünkü bu çok nadir zuhur eder.” demiş. Bunu okuyunca bizdeki bu hissiyatı nereye yerleştireceğimi şaşırdım. Şayet sevmek bu kadar kolay olsaydı, Hz. Ömer niçin böyle diyecekti. Sevginin adabı ve sınırları konusunda okumaya çok ihtiyacımız var, çünkü sevgi irtifa kaybediyor. Birçok noktada ve meselede, menfaat, maneviyatın önüne geçiyor. Sonuç çok açık: sevgi yok, heves çok.

İnsanlarla iletişim halinde olmak ve sosyal çevre edinmek yaşama tutunmanın gerekliliklerindendir. Yalnız başına olma isteği ise çoğu zaman sıkıntılı halin habercisidir. Dünyada yaratılmış her şeye değer vermek diye bir şey var. Aynı zamanda akabinde şu da var: “peki kimseye güvenememiş ise nasıl değer verecek?” İnsan zor zamanlardan geçer, ama üzerinde o zamanların hakkı ve içgüdümüze verdiği sağlam bir alt yapısı da vardır.

Şunu anlamış bulunuyorum: En yalnızlık ve en tatsız olay bile sonunda aziz bir hatıraya dönüşür. “Gözleri görmeyen insana ‘gör’ demek ne fayda sağlar?” diye düşünüp öyle yola çıkmak gerekir. Yoksa yola çıktıklarını yolda bulduklarına değişirsen; hem yolunu kaybedersin, hem güvenini.

Keşif mevsiminde İzmir

Her mevsim gezmenin tadı başkadır muhakkak. Bazıları kış ayı bazıları ise yaz aylarını sever. Benim ise gezmeyi en çok sevdiğim ay sonbahar ayları. Özellikle her kasım ayında muhakkak bir şehri keşfe çıkarım. Bu kasımda kendimi İzmir’e(Çeşme, Foça, Şirince, Alaçatı) ayırdım. Öncelikle Izmir’de geziye havaalanına yakın olduğundan Efes’ten başlamanızı öneriyorum. Tarihi hakkında bilgi nette mevcut olduğundan sadece gözlemlerimi ve fotoğraflarımı paylaşacağım. Tiyatro kalıntılarına bakınca sanatın yıllar önce de var olduğunu görmek insanı mutlu ediyor. Demek ki insanoğlu yıllar önce de eğlenme, izleme ve izlenme ihtiyacı hissediyormuş. Tarihi kalıntıların çok olduğu bölgeyi arkeoloji ile ilgilenenler mutlaka gitmeli, görmeli.

Efes’in ardından öncelikle herkesin bayılarak yılda iki defa gittiğini duyduğum Alaçatı’ya gittim. Şansımıza hava harikaydı. Portakal, mandalina ve limon ağaçlarının kokusuyla dolu birbirinden güzel bahçeli evler ilçeye girer girmez mest ediyor insanı. Sonbahar olması itibariyle ağaçlar ve çiçekler artık kendini dinlenmeye bırakmış. Fakat benim gibi sessizliği sevenler tam da bu ayda gitmeli Alaçatı’ya. Sessizliğin mis kokularla karıştığı bu şirin ilçede tam bir ada havası hâkim. Eski Foça ise diğer ilçelere göre çok daha hareketli bir sahil kasabası diyebiliriz. Sahili yürümek için harika. Şirince de adı üstünde küçük ve şirin bir yer. Köy halkı buranın ün kazanmasıyla epey bir ticarete dökmüş her şeyi. Birçok güzel ev kafeye dönüştürülmüş. Şikâyet amaçlı söylemiyorum özünü kaybetmediği sürece insanların gezip görmesi açısından güzel durum tabiki. Ev hanımları içinde ayrıca bir geçim kaynağı oluşmuş burada. Kadınlar yaptıkları tarhanaları, örgü işlerini, takıları ve reçelleri satarak para kazanıyor. Unutmadan bu mevsimde otel fiyatları ve uçak bileti ücretleri de oldukça uygun oluyor. Birgün mutlaka Ege kıyılarına denk gelmeniz dileğiyle…

Kafamın içindeki sesler

image.jpg

Ne bende ne beni saran bulutlarda bir başkalık vardı. Önüne geçmek mümkün olmayan yağmurlarda ıslanmak gibiydi. Belki de bu yüzden her damlada telaş ve heyecan göstermek çocukluktan. Her şeyin hayal olduğu ortaya çıkınca ne yapılabilirdi peki ?

Bir insanın size her şeyini anlattığını zannettiğiniz anda onun gerçekte hiçbir şey anlatmadığını görmek, size en yakın olduğunu sandığınız anda, kilometrelerin ötesindeymiş kadar uzak olduğunu kabul etmek ve inanmak… Dünyada güvenilen bir mutluluk var biliyorum. Burası insanların en son sınıra kadar birbirine yaklaşıp, söylediklerini dinlemeden, hayattan ayrıldıkları yol sanırım. Bu yolda kimse kimseye bakmadan koşmak temel amaç sayılıyor. Verilen sözler, beklentiler, hayaller, atılan adımlar, değiştirilen mekanlar, kariyer, sebepsiz gelgitler ve daha birçoğu. Bunun böyle olması lazımdı. Kimse kimseyi bekleyemediği gibi kimse kimsenin yalnızlığını da paylaşamaz. Eğleniyorlardı. Yaşıyorlardı. Üzülüyorlardı. Ve ben kafamın içine ve yalnız kendi ruhumu doyurmaya çalışırken toplumun içinde değil, dışında saklandığımı hissediyordum. Peki ya hayatımın istikametine hakim olacak değişim ne zamandı? Ya da herkeste böyle bir dönem var mıydı? Bazen hatıralarım ve sakladıklarımın bile bana tahammül etmek zorunda olmadığını düşünüyorum. Bilhassa cesaretimi büsbütün kırarak beni etrafımdan uzaklaştıran anların her ayrıntısını hatırlamak. En yorucu olan da bu sanırım. Şüphesiz düşüncelerin hep anıların etrafında dönüp dolaşması bundandı. Acaba gerçekten dünyada önüne geçilemeyecek hadiseler var mıydı ve biz bunlara sebep veya mantık ararken mi tükeniyorduk bilemiyorum.

Gece yarısını geçiyordu. Herkes yine sınırlarının ötesinde uykuya dalmıştı. Bense gecenin bir yarısı işte aklımda sesler. Penceremden sokağı izliyorum. Sokağımızdaki lambayı hala tamir etmemiş olacaklar ki zifiri karanlık. İzlerken hayal kurabildikten sonra onun da önemi yok gerçi. Önce sıradanlıkları düşünüyor, sokağın yarınki halini kuruyorum. Sonra mı ? Mesela okuduğum şiirin dizelerini sokağa çıkıp dağıtmak istiyorum. Her karanlık sokak bir kafiye ile uyum sağlasın. Her harf bir kapı açsın. Ulaşsın herkese bir parça huzur, bir parça sevgi…

Odunpazarı’nda sonbahar

imageBu hafta müze şehri diye anılan Eskişehir’deydim. Birçok kişiden Avrupa’daki şehirleri andırdığını da duymuştum. Her yerini anlatmayacağım nette birçok bilgiye sahip olmak mümkün. Bu nedenle benim en çok beğendiğim Odunpazarı’ndan fotoğraflarla bahsedeceğim.

“Odunpazarı” ismini alan bölge, lületaşı ustaları, bakırcılar ve demirciler gibi geleneksel el sanatlarının isimleriyle anılan sokakların kurulmasına neden olmuş. Osmanlı sivil mimari örneklerini taşıyor. Cumbalı evler, çıkmaz sokaklar, ahşap süslemeler bizi hep televizyonlardan izlediğimiz geçmiş dönemlere götürüyor. Odunpazarı çevresinde çok sayıda müze bulunuyor. Giriş ücretleri ise çok uygun. Gezilerde lezzet farkı adına arayış içinde olanlar da meşhur Çiğ böreğini mutlaka tatmalı.

Eskişehir’in simgesi haline gelen Porsuk Çayı ise şehre muhteşem bir görsellik katıyor. Porsuk üzerinde gondol ve bot turları düzenleniyor. Venedik’teki gondol turlarını andıran turlar cüzi bir ücret karşılığında yapılıyor.

Zorunluluk tavsiyesi “yurtdışı”

imageGeçen gün arkadaşlarımla bir kafede biraraya geldik. Önce üniversite yıllarındaki anılar, sonra iş hayatındaki saçmalıklar, sonra kim kimle evlenmiş muhabbetleri ve sonra yurtdışı hedefleri… Sohbet dönüp dolaşıp aynı yere illaki geliyor. “Yüksek için kesinlikle gitmeliyim, yok duramam ben buralarda kesin gideceğim, kaç sene yurtdışında yaşadım neden döndüm bilmiyorum” şeklinde devam eden cümleler. Üniversitedeykende farklı ülkelerde çalışmış hocalarımız buraya uyum sağlamakta zorlandıklarını anlatıyordu. Sadece arkadaş ortamı değil düşündüğünüzde son birkaç yıldır eşinize dostunuza aynı tavsiyeleri verdiğiniz ya da aldığınız olmuştur.

Okul dönemi başladı. Üniversite öğrencileri bavullarını hazırlıyor. Benimde bu sene tüm kuzenler iyi yerlere yerleşti. Ablaları olarak verilen tavsiyelerin başında da “yurtdışı tecrübesi” geliyordu tabiki. Ama hçbirzaman gidip tamamen orda kalmalarını önermedim. Belki de bu hep böyleydi. Üçüncü dünya ülkelerinden, gelişmekte olan ülkelerden batıya göç etmek hedeflerin bir parçasıdır. Sadece eğitim konusunda değil, batıya yakın temas gerektiren iş yapanların da en büyük hayalidir. On yıl önce hayal olarak kalıyordu. Fakat şimdi hayaller beyin göçüne dönüyor ya da birçok insan Avrupa’ya yerleşmeyi zorunluluk olarak görüyor. Görmeyenler de küçümseniyor. Çünkü herkes batıda yaşamayı istemeli ve orayı olağanüstü görmeli. Bu algı sadece Ortadoğu ülkelerinde değil, bizde de hakim. Avrupa’yı gördüğümde ben de orada yaşamanın hayalini kurdum. Döndüğümde de gitmeyi düşündüm elbette herkes gibi.

Gidenler de arada kalıyor. Orada demokrasiye, hoşgörüye, ön yargıya ve insana verilen değeri görüyor. Birkaç ay kalıyor. Her şey düzene giriyor. Alışıyor ve seviyor. Sonra aklının bir köşesi burada kalıyor. Sevdiklerinde, yemeklerinde, ezan sesinde ve daha birçoğunda. Sonra buraya geliyor “acaba” diyerek. Ama bakıyor ki burada da yapamıyor. Uzun süre ülkesini sadece sevdiği şeylerle düşünürken, görmezden geldiği olumsuzluklar birbir dökülüyor. Anlamsız gelmeye başlıyor. Geçen zamanda Türkiye’ye duyduğu kendi özlem ve hayranlığına şaşıp kalıyor. Dönmenin tam bir hata olduğunu düşünüyor. Sokaklarda bir yabancı gibi dolaşıp “nasıl döneceğim” telaşına kapılıyor. Sanki artık burada kaybolacağını ve birdaha dönemeyeceğini hissediyor.

Özellikle üniversite öğrencileri için batı ile ülkesi arasında yaşadıkları buna benzer duygular. Ülkede yaşananlardan mutsuz olmak ve şikayet etmek en doğal hakkımız tabi ama bunu değiştirecek olan da bizleriz. İstanbul’da hatta en kalabalık ilçelerinden birinde yaşayan biri olarak bu şehirden uzaklaşmak aklımın bir köşesinde hep var. Burada mutlu olmadığımdan değil elbette, ama sanki daha sakin bir şehirde ülkem için çok daha faydalı bir birey olacağımı hissediyorum. Yurtdışına gitmeye de kesinlikle karşı değilim. Aksine gidip gezilmeli, görülmeli, kıyaslama yapılmalı. Ama ülkeyi terk etmek ve bunun için tavsiye vermeyi iyi düşünmeli. Giden küçük bir ülke olarak geri dönmeli ve kaldığı yerde ülkesini yüceltmek için büyümeli. Zorunluluklar dışında olan mutsuz olduğu yeri değiştirmeyi denesin, ülkesini terk etmesin. Bilemiyorum belki de haklılar…

Sosyal medya bir terapi mi?

Facebook-sayfamiz-yayinda

Sosyal medya hayalimizdeki hayatı biranda avuçlarımıza sunuyor. Evimizin en güzel köşesini, çocuğumuzun yaptığı birbirinden sevimli hareketleri, bebeğimizin ilk adımını, ilk tatilini, ilk adım atacağı ayakkabıyı, özel düğün için aldığımız marka elbiseleri, binbir rötuşla en güzel çıkan halimizi, ayda yılda bir gittiğimiz fakat her gün orada yaşıyormuşçasına en lüks mekanlarda yediğimiz yemeklerin fotoğrafını instagrama koyup imkanlarımız ölçüsünde sanal mutluluk yaşıyoruz. Hızlı geçen zamanımızı ya da biraz eksik olan egomuzu tatmin ediyor, iyi hissediyoruz var mı ötesi. Ne yazık ki ötesi olanlar da var.

Birkaç ay içinde neredeyse 10 arkadaşımın boşanma seviyesine geldiğini ya da boşandığını öğrendim. Çok şaşırdıklarım ya da hiç tepki göstermediklerim de oldu. Ama en çok şok olduklarım ise sosyal medyada dünyanın en mutlu çifti pozları verenler. Bunu da bizzat sordum. “Ama siz çok mutlu görünüyordunuz. Nasıl yani? O fotoğraflar neydi peki? ” diye başlayan cümlelerim ve sonu gelmeyen dertli anlatımlar. Genel olarak ifade edilenler ise şöyle: “o fotoğraflar aslında her yeni başlangıç için çabaladığımız anlar, sadece fotoğraflarda öyle aslında her günümüz kabus, koca bir boşluğu burada doldurmaya çalışıyorum, nereden bilebilirdim böyle olacağını, erkeklere sakın güvenme, boşver en iyisi bekarlık…” Şeklinde bir yığın serzenişler. Hepsinin farklı farklı sorunları olduğu belli. Hani ‘okumuş tahsilli kibar diye nitelendirdiğimiz, namazında niyazında beyefendi sessiz ya da çok çalışkan iyi para kazanıyor başkasına bakmaya bile vakti yok ya da çok hanımefendi kız’ dediğimiz tablo vari insanlar var ya işte bunlardan bazılarını bir duyuyorsunuz, eşine şiddet uygulamış, diğeri aldatmış ötekisi başka birine aşık olmuş gibi binlerce hikaye… Demem o ki iş ne namazda ne de zenginlikte bitiyor. Erkek ya da kız diye ayırmadan ifade etmek istiyorum. Çünkü artık devir değiştiği gibi rollerde değişti. Genel hatlar aynı olabilir elbette ama her şeyden önce ihtiyacımız olan tek şey insan olmak ve saygı çerçevesinden dışarı çıkmamak. Dinlediğim hikayelerde sadece kahramanlar farklı, olaylar hep aynı. Bir evliliğe artık sadece yalanlar değil, siyaset bile dahil oluyorsa toplum olarak pek de sağlıklı nesillerin geleceğinden ümitli değilim. Şimdi herkes güçlü. Herkesin söz hakkı, parası, kariyeri, ailesi, ideolojisi, yaşam tarzı ve çevresi var. Kimsenin kimseye tahammülü yok. Herkes kendi başına bir iktidar, bir güç kaynağı.

Evet artık sosyal medya hayatımızda karşı koyamadığımız alışkanlık ve topluma tutunma çabası için büyük bir araç haline geldi. Kim ne yapmış, neyi nasıl ifade etmiş, en çok neler beğeniliyor demeden neredeyse günümüzü geçiremiyoruz. Evli biri değilim ama çevremdeki genel olarak mutlu olan çiftlerin sosyal medyayı kontrol altına aldıklarını görmekteyim. Tabi ki insanın sosyal olması gündemden uzak olmaması gerekli ve güzel bir şey. Ama evlerimizde, ailemizde ve çocuklarmızda bunu nereye yerleştiriyoruz bunu düşünmek gerek. Artık çocuklar fotoğraf çektirmeden önce ‘instagramda mı paylaşacaksın’ ya da ‘anne baba beni böyle paylaşır mısın?’ diyerek yetişen bir nesle doğru gidiyor. Bilemiyorum tabi belki bende öyle olacağım ama olmamak için elimden geleni yapacağım. Sadece fotoğraflardaki yaşantıyı içgüdüsel olarak hissedip sosyal medya yoluyla sağlamaya çalıştığımızı düşünüyorum. Her fotoğraf ya da her sosyal medya kullanıcısı için konuşmuyorum elbette. Ama orada ötelenmiş hayatların olduğu kesin. Yaşadığımız hayatın fotoğrafı mı yoksa yaşamak istediğimiz hayatın fotoğrafı mı bizi mutlu ediyor? İlki bence. En azından uzun vadeli…

Sizin de bir temizlik hatıranız var mı?

image

Kırk yıldır değişen dünya düzenine, modernleşen kültüre, tatilleşen bayramlara, alışveriş tutkusuna, birbirini görmekten aciz olma durumuna velhasıl bunların hepsine meydan okuyan tek bir şey vardır ‘aile sesi.’

O sesi en çok da bayramlarda arıyor insan. Koskoca bir evde anne eline alışkın eşyalar, baba elini bekleyen tamiratlar başkasını asla kabullenmek istemez. Neyi tutsanız elinizde kalır ya da yaptığınız hiçbir şeyin tam olduğunu hissetmezsiniz. Gözünüzü kapatsanız yaptığınız temizliğin bile anneniz tarafından eleştirilip beğenmediğinde kızdığınız vakitler aklınıza gelir. Sonra şöyle bir toparlanıp cam, pencere, halı vs. yeniden başlarsınız hepsine. Demem o ki temizlik bile yeri geliyor hatıra oluyor. İllaki herkesin anne kız, baba-kız ya da baba oğul aklınıza gelen binlerce temizlik hikayesi olmuştur.

Bayram kapıdan girdiğinde mütemadiyen kendini hatırlatıyor. Bayram temizliğinin hikayesi böyledir. Annelere siner, kızlarına sirayet eder, evin her köşesi o günü özellikle bekler. Sanki o bayram günü herkes evin pencerelerine bakarak yürürcesine, eve gelenler koltukların altını kontrol edercesine, avizeleri aşağı indirip toz var mı diye kontrol edercesine, herkes Ramazan boyunca ilk kez o evde yemek yiyeyecekmişçesine, perdeler sanki bütün bir yıl yıkanmamışçasına hummalı bir temizlik yapılır. Unuttuğum birsürü şey olduğuna eminim onları siz tamamlayınız. Küçüklüğümden beri hiç anlam veremesemde bu duruma, bayram geldiğinin hissini veren en tatlı telaşlardan biri de buymuş aslında. Sanırım bunları rengi eksilmiş bayram geçirenler anlayabilir. Doğrusu ‘nerede o eski bayramlar’ diyecek yaşta değilim. Fakat bana göre ömrümüzden düşen her dakika eski oluveriyor. Yaşadığımız her anı ‘en son o günü’ hatırlayacakmış gibi devam ediyoruz nefes almaya. Taki bir önceki hatırayı unutturacak günlere kadar…
Her şeye rağmen Ramazan Bayramı’na ulaştık. Acı veya tatlı bir öncekini unutturacak güzel günleriniz ve bayramlarınız olması temennisiyle Ramazan Bayramımız Mübarek olsun.

Sahi nerede şehrin gerçek sahipleri?

IMG_7670Beklemek yarı yarıya alışmaktır. Sizde de olur mu bilmem ama bende bazen bir bakmışım bin yıl seyretsem doymayacak güzellikleri hayal ediyorum. Kendinizi birkere kaptırmayagörün günlerin arasına, dakikaların sesine, yüreğinizi, aklınızı alır götürür. Öylece durur beklersiniz, nedensiz, sessiz ve huzurlu.

Bekliyorum yine. Sahi nerede bu şehrin gerçek sahipleri. Etrafı çemberlerle sarılmış insanlar, özgürlük türküsü söyleyen çocuklar, duvarlara yapıştırılmış ilanlar, kağıtlar, meyve çöpleri, balkondaki teyzenin saksılarını sularken aşağıya kadar inen su sesleri, yandaki tekstil atölyesinden gelen dikiş sesleri ve daha birçoğu. Kulağa hoş gelmiyor değil mi? Bilmem belkide o kadar kötü değildir. Kendimi yazmayı unuttum. Bir de bunların arasında arkadaşını kapıda beklerken bir not alayım diyen kalemini çantasında bir türlü bulamayan bir kız. Kendimi olanlara bırakıp, hep aynı sokakları dolaşmayı bekliyordum. Her yol başka bir sokağa çıkıyor, ancak şehir hiç değişmiyor gibi. Tanımadığım kapılar, yazılarla döşenmiş duvarlar, kırmızı-mavi boyalı balkonlar ve saksıda çiçekler… Masumiyetin renkleri miydi bu gördüğüm renkler bilmiyorum. Ama varsın olsundu, kimin umrunda yağan yağmur, soğuyan hava, kaybolunan sokak. Sadece ben mi? diye içimden geçiriyorum ama sanmıyorum. Islanmak için bahanesi olan binlerce insan vardır elbette. Benim nedenimse narin ve incecik dudakta kendini gizlemeye çalışan bir tebessüm… Evet insan bekler o tebessümü, hatta beklemeye öyle hızlı koşar ki sanki şimdiye kadar hiç kavuşmamışçasına, delicesine, apansız, savruk…

Bir arnavut kaldırımında nöbetteyim. Bekleyen şimdiye kadar sabrın soluğunu hissetmemiş, bekleten de farkında değildi gelecek tebessümün her bitişte yeni bir başlangıca sebep olacağının. Hava kararıyor saat akşam vakitlerini gösteriyordu. Birazdan kapı açılacak vakitler saatlerden saniyelere düşecekti. Hızlıca akıp gidiyordu birikmiş özlemler, bakışlar, sevdalar, sohbetler. Ve ben yine aynı soru soruyorum: Sahi nerede bu şehrin gerçek sahipleri? Şayet dünyanın sınırları içerisindeyse neden kimse beklemeden koşuyor? Alışmak mı belkide.

Fransa’dan keşifler

 

image

Bordeaux

Fransa deyince öncelikle başkent Paris, Lyon, Marsilya gibi büyük şehirler aklımıza geliyor. Bu defa akla gelmeyen ve duymadığım bir şehirden başladım keşif gezisine. Bordeaux’dan.

Bordeaux Fransa’nın güneybatısında Atlas okyanusuna kıyısı olan tatlı mı tatlı bir şehir. 2007’den beri “tarihî bir liman şehri” olması dolayısıyla Fransa için UNESCO Dünya Mirasları listesinde bulunuyor. Üzümlerin yetiştirilmesine çok elverişli olan şehir, şarapları ile ünlü. Şehrin içinden geçen Garonne nehri de ayrı bir güzellik katıyor. Sakin, huzurlu bizdeki ifadesiyle birbirinden şirin kasabaları olan bir şehir. İnsanların mutlu olduğunu bir markete girdiğinizde bile fark edebiliyorsunuz. Güleryüz, nasılsın ve günaydın gibi benzeri ifadelerle alışveriş yapıyorsunuz. 7’sinden 70’ine herkes spor yapıyor ve bisiklete biniyor burada belki de en önemli sebep bu. İnsanların kendilerine vakit ayırması… 4 gün kaldım ve kesinlikle hiç korna sesi duymadım. Yayalara öncelik tanınıyor kibar bir şekilde. Benim gibi İstanbul’da yaşayan biri için bu da ayrı bir huzur sebebi tabi.

image

Bordeaux’ta bisiklet kiralayın. Kusursuz bir bisiklet istasyonu sistemi var, fiyatları da çok uygun. Şehir buna göre düzenlenmiş o yüzden kullanmak da çok kolay. Kaykayınız varsa onu da yanınıza almayı unutmayın. Nisan ve mayıs ayları ziyaret ederseniz güzel bir havada bütün bunları rahatça yapabilirsiniz.

image

BORDEAUX SAİNT MİCHEL KİLİSESİ

TATİL İÇİN DÜŞÜNENLERE TAVSİYELER

Tatil için tercih edeceklere şiddetle tavsiye ediyorum bu şehri. Okyanusa kıyısı olan şehrin kasabalarında güzel bir tatil geçirebilir. Avrupa’nın en büyük kum tepesi(Dune Du Pilat) burada yer alıyor. Orman, okyanus ve çöl bir arada. Hem sessiz hem de kumu çok temiz. Yılın belli aylarındaki uçak kampanyaları takip edildiğinde gidiş geliş çok da ucuza mal edilebilir. Paris’e 8 saat uzaklıkta. Otobüs veya trenle ulaşım uyguna gelebilir. Burada yolculukta otobüs yeni kullanıldığı için buradan Paris’e 1 Euro’ya bile biletler bulmanız mümkün. Ben öyle yaptım. Gece yola çıktık sabah 06:00’da Paris’teydik. Paris oldukça büyük ve kalabalık bir şehir. Bir gün ayırmanız yetmeyebilir. Sakin bir tatil arayanlar için pek de uygun bir şehir değil. Gezilmesi ve görülmesi gereken birçok yer var. Bunları fotoğraflarla anlatacağım elbette.

Fransa vizesi için tavsiyeler

Fransız konsolosluğu rezervasyon belgesi istemiyor. Konsolosluğa istenen belgeleri verirken buna güvendim ve kuzenimin yanında kalacağım için rezervasyon yaptırmadım ya da herhangi bir belge almadım. Dolayısıyla havaalanına girişte sorun yaşadım. Çünkü benden belge istediler. Hatta sadece onu değil seyahat sigortasının belgesini bile istediler. Bunların hepsi vardı, ama vize için konsolosluğa teslim ettiğinizde belgeleri geri vermiyorlar. Dolayısıyla size tavsiyem her belgenizin fotokopisini çektirmeniz. Sorunu bir şekilde hallettim tabi ama tam tersi de olabilirdi.

Dune Du Pilat

image

Avrupa’da rüzgârla oluşan en büyük kum tepesi. Hayran olduğum, ‘sadece burayı bile görmek için gelebilirim’ dediğim bir yer. Fransa’nın tatil kasabalarından Arcachon’da bulunuyor. Ada havası olan çok sevimli bir kasaba. Bir yanda okyanus, diğer yanda uçsuz bucaksız orman ve ayaklarınızla hissettiğiniz yumuşacık bir kumsal. Hatta bir an kendinizi çölde bile hissedebilirsiniz. Tepeye çıkmak için merdiven yapmışlar, fakat rüzgârdan dolayı merdivenlerde kum. Yukarı çıkmak zor olsa da o eşsiz manzarayı görünce hepsini unutuyorsunuz. Okyanusta yüzebilir o eşsiz maviliğin tadını çıkarabilirsiniz. Aşağı inmeye gelince. Eşsiz bir eğlence. Yuvarlanarak inenler, kayarak inenler, takla atarak ve koşarak inenler… İnanılmaz eğlenceli. Dune du Pilat tepesine çıkmak için bir ücret ödenmiyor. Bölgenin üzerinde yamaç paraşütü de yapılıyor.

                                                                             

                                                                              PARİS

 

 

Fransa’nın simgesi Eyfel Kulesi. Gece ayrı bir görsel şöleni var, mutlaka havanın kararmasını bekleyin. Hatta şehri gezerken son durağınız burası olabilir. Doğusundan Sen Nehri boyunca uzanan yürüme yolu, sizi Paris’in en olağandışı müzelerine doğru alıp götürüyor. Burada sokaklarda kaybolup şehri keşfetmenizi mutlaka öneriyorum.

LOUVRE MÜZESİ (le Musée du Louvre )

Paris’in en ünlü müzesi. Dünyada en çok ziyaret edilen sanat müzesi diye biliniyor. Burayı gezmek için birkaç saatinizi ayırmanız gerekiyor. Beklemeyi sevmeyen ler için sabahın erken saatlerini öneririm. Çünkü öğleden sonra girmek için bir saat bilet kuyruğunda bekleyebilirsiniz.

 

image

Louvre Müzesi

image

LOUVRE MÜZESİ

 

image

Sacre Coeur Bazilikası. Paris’in en önemli dini yapılarından biri. Eyfel’den sonra en yüksek yer olduğu ifade ediliyor. Şehrin birçok noktasından görülebiliyor. İçeride bir ayine denk gelmeniz ve izlemeniz de mümkün.

 

image

Jardin Des Tuileries

 

image

image